MENÜ
Ankara 24°
Ankara Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Dil, tarih ve ideoloji
Metin BOŞNAK
YAZARLAR
20 Mayıs 2013 Pazartesi

Dil, tarih ve ideoloji

Ülkemizde güncel herhangi bir sorunu, güncel olaylar ve kişiler üzerinden tartışmak olanaksız gibidir. Çünkü ekonomiden hukuka, siyasetten dış ilişkilere kadar her şey kendi iç dinamikleriyle değil, tarihteki öncülleri ile tartışmaya katılır. Sonuç olarak, günümüzü konuşmak, bizi dosdoğru geçmişe ışınlar ve tartışılan asıl mesele askıda kalır. Geçmişi ya kendisine kredi olarak kullanmak ya da geçmiş üzerinden günümüzü dövmek güçlü bir bilinçli çatışma tercihidir ülkemizde.

Osmanlı’yı övebilmek için Cumhuriyeti yermek, ya da tersi tutumlar kendince takvimler oluşturur ve takvimin öncesi ve sonrası siyah ve beyazlara bürünür. Yani ülkemizde, ya geçmişin içinde debelenmekten ya da afakî bir gelecek kaygısından dolayı “hali” yaşamak ideolojik kapsam alanlarının dışındadır. Bu nedenle, bilincimiz muharebe meydanı olarak tarihi seçer. İkinci muharebe meydanı ise, tarihi yazan dildir. Türkiye’de dil de Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden itibaren toplumsal-kültürel çatışmaların en belirgin odağı ve aracı olmuştur. “Edebiyat-ı Cedide” döneminde --zaten gelenekten kopuşun göstergesi olan-- çeşitli dil ve edebiyat anlayışlarında tezahür eden dil, bir yandan Fransızcadan aktarılan kelimeler ve edebi türlerle açılımları beraberinde getirir; öte yandan, bir “eskiden” kopuşu ve hem bu kopuşa tepkileri içerir.

Cumhuriyet döneminde ise, dil daha belirginleşen ve derinleşen kavgaların en hızlı göstergesi olmuştur. Özellikle son yıllarda, konuşan ama anlatmayan, ventrilog marifetiyle telaffuz edilen bir dil, toplumun farklı katmanlarında dallanıp budaklandı. Siyaset, basın ve devlete nüfuz eden, teolojik referanslarla harmanlanan, mecaz ve telmih yoluyla meram anlatmak isteyen, açıkça söylemeyen, satır arası okumalara açık, kelimelerin gölgesinde gelişen, ama --George Orwell’in “çift-düşün” “çift-konuş” stratejisi gibi-- alt metinlerle söylem geliştiren, anıştıran, çağrıştıran bir dil bu. Siyasal süreçlerin farklı makaslarına göre şekil alan Türkçe, diyalojik nitelikten uzaklaşarak çağrışımların monolojisine evrilir oldu.

Bu evirilme sürecinde dil, gitgide teolojik kavramların siyasal kültüre işlendiği döneme girdi. Bir taraftan siyasal iktidar teolojik dile sıkça başvurdu; öte yandan, muhalefet kesimleri, iktidarın anlayacağı “dilden” karşılık vermek, onun hedef kitlesine hitap edebilmek, ya da iktidarı kendi diliyle yaralamak için bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu dili içselleştirdi. Sonuç olarak, bu gün TBMM içinde ve dışında yapılan siyaset, farklı teolojik unsurları kendi belagat ambarında öğütür, bu şekilde iç ya da dış kamuoyundan onay ve destek almayı ilkeleştirir hale geldi. Kısa tarihçesi itibariyle, Türkçedeki değişim Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin kurumsal bir devamı olarak 1932’de gündeme gelmiş, 1936’da bazı tarafları törpülenmiş, 1950’lerde yeniden gözden geçirilmiş, 1982’de Türk Dil Kurumu’nun kaldırılmasıyla “arı dil” çalışmaları resmen sona ermiştir. 1980’lerde “ideolojik devlet cihazı” olmaktan çıkan “öz Türkçe” dil, basın ve yayın organlarında etkisini sürdürmüştür. Bu süreç içinde dil, toplumdaki ideolojik çatışmaların aynası olmuştur. Gazete, dergi ve genel okuyucu kitaplarından ders kitaplarına, radyo ve televizyondan sokağın diline, resmi yazışmalardan sanal yazışmalara kadar, her toplumsal değişim dile yansımıştır. Bu yansımalar sadece siyasi eğilimleri değil, aynı zamanda “sağ-sol” kamplaşmasında belirgin sınır taşlarını oluşturmuştur. Misal” ya da “örnek,” “cevap” ya da “yanıt” vermenize göre, bir ideolojik tarafa mensubiyeti ifade eder olmuştur dil. 2000’li yıllarda ise, dil giderek bir şifreli kimlik tanımlama aracına dönüşmüştür.

Yakın tarih üzerinden yapılan günlük siyasi hesaplaşmalar, hem Türkçedeki dilbilimsel nüansların kullanımı hem de siyasette ayet ve hadislerin alıntılanmasıyla, Hıristiyan ve İslam tarihine yapılan atıflarla teolojik bir hüviyete bürünmüştür. Nitekim dinleyen herkese hitap eden söylemleri içermek bir yana, aynı cümleler içine giydirilmiş, ama farklı muhatapları gözeterek kullanılan remizlerin dili oldu Türkçe. “Taraftar” kesime dinlemesi ve içselleştirmesi için tartışılmaz “hakikatler” içeren mesaj oluyor. “Muhalif” kesime ise, kendini ele vermek istemeyen, ama aba altından sopa gösteren, anlamak istediğiniz zaman hemen başka bir anlamla köşe kapmaca oynayıveren, ama nadiren bir anlama park edilebilen, kinayeli, tevriyeli bir dil... Dahası şifreleri, kelime kadrosu itibariyle aynı olan, ama farklı zihinsel deşifre haritaları çizen bir dil bu. O nedenledir ki, anlaşılması en kolay kavramlar, şifre-deşifre sürecinde çok farklı etkiler yapmakta, anlatma-anlamadaki diyaloğu bozarak, monolojik bir kapalılığa mahkûm etmektedir. Sonuç olarak, iletişim kopmakta, farklı kesimler--dil ile gelen anlamı tartışmak, ortak anlamı bulmak yerine--kendi anlamını tekelleştirip, yorumundan başlı başına yeniden bir dil yaratmak hevesine kapılmaktadır.

Ayrışmalar önceleri, Osmanlı tarihsel mirasına sitayiş ya da Türkiye Cumhuriyeti ilkelerine sahiplenme türünden oluyordu. “Milliyetçi-mukaddesatçı” kesim klasik Türkçeyi sahiplendi; Osmanlı’dan miras kalan Türkçenin yapısına, Osmanlıcada Türkçe olmayan unsurlar da dâhil olmak üzere sahip çıkmayı siyasi bir duruş ve tarih bilinci olarak gördü. “Atatürkçü-ulusalcı” kesim ise, modern “arı” Türkçeyi tercih etti çünkü klasik Türkçe Osmanlı’ya ait unsurları içeriyordu. Hâlbuki, kurucularına göre, genç Cumhuriyet—nasıl kendi parasını kullanıyorsa—kendi dilini de oluşturmalı, kendi kimliğini Osmanlı kimliğinden ayırmalıydı. Türkçenin devlet dili olarak sağlam milli temellere oturması amaçlanmıştı. Bunun için Cumhuriyet’in pek çok gerekçesi vardı. Devrimlerin bir devamı olarak klasik Türkçenin “tasfiyesi,” Arapça ve Farsça etkisinden kurtulması, imparatorluğun “ümmet” dilinden sıyrılması ve “milletin” öz diline dönmesi gerekiyordu. Dil ve alfabe devrimlerinin temel amacı -içindeki çelişkilerine rağmen- bu kimlik hedefine hizmet ediyordu. Cumhuriyet tarihsel ve siyasal açıdan yalnızlaşmış, Osmanlı tebaası -Müslüman toplumlar dâhi- birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan etmiş, yer yer Osmanlı karşıtı güçlerle ittifaktan da çekinmemişlerdi. Osmanlı Devleti’nin halife nezdinde elinde tuttuğu ümmet birliği tamamen dağılmış, üstelik bazı Müslüman ülkeler, Osmanlı haritasında cirit atan sömürgeci İngiltere ve Fransa gibi devletlerle Osmanlı aleyhine işbirliği yapmıştı. İstiklal Savaşında bağımsız kalabilen tek Müslüman ülke olan Türkiye, Batılı ülkelerin işgal güçlerini geri püskürtmüş, büyük kayıplar ve onulmaz yaralarla Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeniden dirilmişti. Ancak savaş kazanılmasına ve yeni devlet kurulmasına rağmen, daha önceki askeri saldırıların stratejik devamı olarak Batı’da “bilimsel” ve siyasal bazı tezler, Türklerin Anadolu’nun “yerli halkı” olmadığını, “Anadolu’dan atılması” gerektiği konusunu gündemde tutmuştu. Yalnızlığını derinden hisseden Cumhuriyet, artık anlamsızlaştığını hissettiği “ümmet” birliğinden vazgeçerek, dili, tarihi ve dolayısıyla kültürü “milli”leştirmek suretiyle, kendi kimliğini ortaya çıkarmak istedi.

Zaten savaşların nesiller boyu devam edecek vurukları yaşanırken, Anadolu’dan çıkarılma endişesi, eski vurukları hafızalarda yeniler durumdaydı. Eleştirisi ayrı bir konu, ancak Mustafa Kemal hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde askerî olduğu kadar, Batı’yı iyi izleyen bir entelektüel kimliği de. Osmanlı’nın çöken duvarlarını önce omuzlamış, ancak ülkenin çöken duvarlar altında kalma endişesini fiilen yaşamıştı. Mustafa Kemal’in gördüğü bir şey daha vardı: “hasta adam”ın –Rusya’yı frenlemek amacıyla uzun zaman İngiltere’nin serumlarıyla ve gerektiği kadar--ayakta tutulduğunu anlamıştı. İngiltere 19. yüzyılda verdiği serum desteğine, 20. yüzyılda zehir katarak ötenaziye dönüştürmüştü. Farkında olduğu bir şey daha, İstiklal Savaşı’nın sonunda her şeyin bitmediğiydi. Psikolojik savaş devam ediyordu. O halde, askerî savaş kadar “bilimsel” propaganda savaşının da kazanılması, Batılı tezlere karşılık olarak Türk dil ve tarihinin “karşı-bilimsel” verilerle mücadele etmesi gerekiyordu.

Ahmet Cevat Emre’nin itirazlarına rağmen, olumlu “psikolojik” etkilerine binaen kabul edilen Viyanalı Dr Hermann F. Kvergić’in “güneş dil teorisi” bu amaca hizmet etmek içindi. Yani Mustafa Kemal, dil konusunda bu girişimi, her dilin Türkçeden doğduğuna inandığı için değil, Türkleri Misak-ı Millî sınırlarından da söküp atmak isteyen Batılı ideologlara karşı desteklemişti. Ve sanırım Mustafa Kemal, hem Batı’yı hem de Osmanlı’yı “Batıcılık” ve “Osmanlıcılık” oynayanlardan daha iyi biliyordu. Türkiye içinde dil ve tarih üzerinden yapılan mücadele bugün de devam etmektedir. Ancak Osmanlı’nın son dönemlerinden beri, tarafların gayret ve çabası sadece Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne kasteden ideolojilere yaramıştır. Artık Osmanlı-Cumhuriyet çatışmalarının ötesinde, milletin ve devletin varlığı, birliği ve dirliği amacına binaen, onları çatıştırarak değil, eskinin hatasını yeniye, yeninin hatasını eskiye vurarak değil, iki dönemde doğru yapılanlar üzerinde yeniden yapılanmanın zamanı geldi geçiyor. Bu milletin kendinden başka düşmanı yok mudur?

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 İbrahim hılmaz
 13 Kasım 2019 Çarşamba 00:42
1982 yılında Türk Dil kurumu kaldırıldı mı emin değilim araştırıyorum
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Ankara Gazetesi