MENÜ
Ankara 27°
Ankara Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Olaylar ne Taksim’de başladı ne de orada bitecek!
Metin BOŞNAK
YAZARLAR
28 Haziran 2013 Cuma

Olaylar ne Taksim’de başladı ne de orada bitecek!

Her şey Gezi Parkı’yla başladı dersek,yanlış olur.

Her şeyin orada bitmediği de açıktır.

Gezi Parkı ülkemizde biriken farklı negatif enerjilerin fay hattı oldu.

Tam bir propaganda arenasına dönüştü.

Bir yanda sermaye grupları bir yandan da iç siyaset hesapları devreye girdi.

Olayların bir kısmı, Türkiye’nin müstakil siyaset üretmesindeki sıkıntıdan kaynaklanıyor.

Müstakil yazılan tarih, sermaye ve siyaset olmayınca karşımıza ilk çıkan görüntü ve ses gerçeğimiz oluyor.

Arkasından sinir uçlarını, bam tellerini akord eden efendiler devreye girer.

Bazen de “efendileri” eleştirerek efendileşmeler yaşanır ülkemizde.

Ve AB ve ABD arasında Türkiye’yi güdüleme yarışları olur.

Siyaset icazetini milletten almak zorlaşır.

Hala otomotiv, enerji ve savunma sanayisi ile kendi olamamış bir ülke Türkiye.

İktidarı Batı’nın anlattıklarıyla sever, Batı’nın anlattıklarıyla döveriz.

O nedenle Batı’da bir gazete ya da dergide lehte bir haber olursa önemsenir.

Aleyhte bir haber çıkarsa teyakkuza geçeriz.

Osmanlı’nın son demlerinden beri durumumuz böyledir.

Kapitalist ülkelerin sol örgütleri, komünist ülkelerin “İslamcı” akımları desteklediği bir coğrafyamız var.

Buna çevreci örgütleri de eklersek, çevremiz bizim kontrolümüzün dışında oluşuyor demektir.

HES yapacak olunca karşı da bir lobi, nükleer enerjide bir lobi, altın çıkarma konusunda bir lobi çıkar.

Sevecen Karadeniz şivesinden, kıvrak Ege şivesiye kadar farklı tonlarda Türkçe konuşanlar çıkar.

 

Kasetlerle tasarlanan yeni siyasette anladık ki her yol her şey için mubahtır.

Baykal’ın ve MHP’li siyasetçilerin, bir cemaat liderinin kasetleriyle sarsıldık.

Bir de sumen altında bekletilen kasetler olduğu da ayrı haber oldu.

Hayat hikâyelerine yönelirken, siyasetin hikâyesi yeniden yazıldı.

Arkasından Baykal gitti; Yeni CHP geldi.

Yeni CHP ile Yeni Türkiye karşı karşıya mevzilenmiş oldu!

Yeni Osmanlı Batı yakıştırmasıydı; Yeni Türkiye ise Türkiye’nin kendi kavramı oldu.

Yeni Osmanlı deyince eski Roma ve Bizans karşıya çıkıyordu.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti de içine alan bir anlayışın ürünü oldu.

Tarihin farklı dönemleri çatışan değil, birlik içinde devamla gören bir mantıktı.

 

Kaç Amerika, Kaç Avrupa, Kaç Devlet var?

 

Yeni CHP ise, eleştirdiği “Amerikancı AKP” ye karşı “Avrupacı CHP” olmaya gidiyordu.

CHP liderinin Taksim eylemlerinin artmasında büyük katkıları oldu.

Kılıçdaroğlu, Türkiye’nin muhalefet lideri gibi değil, Avrupa’nın Türkiye’ye muhalefetinin sözcüsü oldu.

Ona göre, Erdoğan “diktatör”dü.

ClaudiaRoth yine Türkiye’ye gelmişti.

Severdi böyle “çevre” vakalarını, böyle vakalarda yiyemez olurdu Türk dönerini.

Greenpeace’ten sonra Alman Greenpeach de NGO gibi çalışırdı.

Aslında FEMEN de öylesine bir NGO değil miydi?

The Economist dergisine göre, Erdoğan artık Üçüncü Selim olmuştu.

Derginin kapağı Erdoğan’ı sultanlıkla “itham” etmiyordu.

Üçüncü Selim’in Yeniçeriler tarafından öldürüldüğünü ima ediyordu.

NTV’de bir yandan BBC tavrı yansıyor, bir yandan Hitler belgeseli devreye giriyordu.

Bu arada bazı muhafazakâr kanallar da devreye giriyor ve “ulusal” yayın yapıyorlardı.

Dahası, Avrupa’da bazı çevrelere Erdoğan’ın diktatör olduğunu anlatmıştı.

Nedense, aynı çevreler Erdoğan’ın diktatör olduğuna inanmamıştı.

Onlara göre, Türkiye Mısır değildi; Erdoğan da Mübarek değildi.

Erdoğan TC Devleti Başbakan’ını Batı’ya gammazladı diye öfkelenmişti.

Ona göre, “CHP zihniyeti” zaten böyleydi.

Erdoğan farklı dönemlerin CHP’sini bir CHP’ye indirgemiş ve hepsi birden “Cehape zihniyeti” olmuştu.

Ve o CHP aynı şekilde CHP’liyi de tanımlar olmuştu; CHP’liler tek tip olmuştu.

Daha önce devletçi bilinen CHP, askeri NATO askeri diye niteliyor, devleti kötülüyordu artık.

Parti amblemindeki ilkelerden devletçilik de gitmiş, yerine reel siyaset gelmişti.

Bu dönem aynı zamanda Erdoğan’ın devleti keşfettiği dönem oldu.

 

Hangi Erdoğan?

 

Siyasetin dilinde siyaset terimleri nadir kullanıldı Türkiye’de.

Haldeki her olayda mevcut siyasiler geçmişteki olay ve sembollerin zırhını giyindi.

Ayrışmalar tarihsel fay hatlarında olduğu için İslam da siyasetin terimlerini oluşturdu.

Ve hayır bir tarafı, şer bir tarafı temsil eder olmuştu.

Ekonomik ve siyasi istikrar ülkeye nefes aldırmış, Erdoğan ustalık dönemine başlamıştı.

Artık kıyaslar tamamen son on yıl ile Cumhuriyet tarihi arasında oluyordu.

Dahası Türkiye daha önce adı az bilinen ülkeler dâhil milyarlarca dolar tutarında dış yardım yapıyordu.

TİKA, Yunus Emre Enstitüleri, Ziraat Bankasıyla, okullarıyla Türkiye dışarda varlığını yeniden kuruyordu.

Ayrıca üniversiteler arasında öğrenci-hoca değişimleri ile içerde ve dışarda polenlemeye girişti.

Burslar ihdas ederek, bir ara başlayan, kardeş-akraba ülkelerden öğrenci çekmeye başladı.

Ustalık döneminde ağırlıklı olarak devletin ve hükümetin dikkati tarihle hesaplaşmaya dönüştü.

İlk iki dönemdeki hesaplar ülke içindeki hesaplardı.

Yapılan yollardan, verilen hizmetlere, ihracattan, diplomasideki başarılara kadar bir liste vardı.

Mesela Fatih Projesi kapsamında dağıtılan tabletler Osmanlı döneminde bile yoktu, nerdeyse.

Ve bütün kıyaslamalarda esas aldığı rakamsal artışlardı.

Üçüncü iktidar döneminde terör sorunun çözülmesine ağırlık verdi Erdoğan.

Birinci iktidar döneminde, devleti tanıma aşamasındaydı.

Bütün Türkiye’nin belediye başkanı gibi, sadece hizmetleri esas aldı.

Bu bir bakıma İstanbul Belediye Başkanlığındaki rolünü TC Devleti Başbakanlığına aktarmaktı.

Sağa-sola bakmadan, hizmet vererek, milletine hizmet veren bir millet efendisi olmak istiyordu.

İkinci dönemindesiyasal anlamda başbakan olmaya yöneldi.

Siyasetin gerekleri vardı, ekonomide istikrar vardı.

Sağlıkta atılımlar oldu, adalet ise yeni Saraylara taşınmaya başladı.

Üçüncü dönemde Erdoğan devlet adamı olarak diplomasi ve uluslararası angajmanlara girdi.

Ancak bazı çıkar çevrelerini desteğinde azalmalar olmaya başlamıştı.

Anayasa mahkemesine yansımaları oldu bu durumun.

Google’dan belge taramaları, gazete küpürleri delil oluyordu.

Sanki karar verilmiş, ama gerekçeleri yeterince oluşmamıştı.

Erbakan’ın başbakan olduğu dönemdekine benzer ithamlar ortaya çıkmıştı.

Erdoğan “milli görüş” gömleğini çıkarmıştı, ama demek ki gömlek içinde içlik duruyordu.

O halde, eksen kaymasını önlemek için AKP’nin bel kemiğini kırmak lazımdı.

AKP kapatılmalıydı!

Hala kaç tane olduğunu anlamadığımız derin devlet bunu istiyordu.

Dahası, Türkiye’nin önemli siyasi aktörlerinden Fethullah Gülen de yargılanıyordu.

Birden hükümetin hep yaptığı uygulama merkez medyada tehdit olabiliyordu.

Fethullah Gülen de terör örgütü kurmakla itham ediliyordu.

Her tür gruplaşmadan korkma 12 Eylül’den kalma bir tavırdı.

Ve nasılsa cemaat bir örgüt, Gülen de örgüt lideri oluyordu.

Asker sessiz de değildi, yargı sessiz değildi, ama asıl konuşan merkez medya olmuştu.

Mademki yargı bir silah olmuştu; o halde o silahı tersine kullanmak lazımdı.

İçerdeki zinde güçlerin bastırılması gerekiyordu.

Bu da dışardaki siyaseti ilgilendiriyordu.

Eh, Osmanlı Devleti de bazen İngiltere’ya karşı Rusya’yı ve tersini kullanmamış mıydı?

Ta ki “hasta adam” Avrupa’dan silinene kadar devletin yaşamasını bu siyaset sağlamıştı.

 Sonrasında Ergenekon davası gündeme gelmeye başladı.

Derin devlet namına ne varsa Ergenekon olmuştu.

Ve Ergenekon bazı şeyleri ortaya nispeten çıkarırken bazılarını da örter olmuştu.

İçimizdeki dış uzantıları ayıklama amacı, içerdeki bazı hesaplaşmaları da içerdi.

MİT Müsteşarına kadar uzanan bir hesaplaşmaya dönüştü.

Erdoğan’ın, “gelin beni de alın bari!” gürlemesi bu nedenle oldu.

Dahası, İlker Başbuğ’un tutuklanması, Erdoğan’ı yeni bir keşfe götürdü.

Yani yargı da sadece “cehape zihniyeti” yoktu…

 

Hangi Devlet?

Taraf Gazetesi sürmanşetlerle derin devleti bizzat TC Devleti namına ne varsa ona indirgemişti.

Eskiden bu tür sürmanşetler Cumhuriyet Gazetesi’nde atılır merkez medya iktibas ederdi.

Bu dönemde Taraf sürmanşet atıyor, muhafazakâr basın iktibas ediyordu.

Liberallere --nasılsa Alman, Amerikan ve Britanya devletleri olmasa da- her şerrin kaynağı devletti.

Muhafazakâr çevrelerde devlet bir öcü olmuştu.

Solcu çevrelerde devlet bir düşman olmuştu.

Ülkücü çevreler de devlete benzer gözle bakmaya başlamıştı.

Hatta bazı BDP’liler ve PKK’lılar da bir derin devletten dem vuruyorlardı.

Devlet kimdi, kaç taneydi, kimlerin güdümünde kaç devlet vardı?

Devleti kuran millet ile yöneten odaklar ne kadar farklıydı?

Özellikle son yüz yıldır devletin hangi devletlerin etkisinde hareket ettiği konuşulmazdı.

Ama bir devlet vardı orada ve kimin devleti belli değildi.

Ama devlet doludan, trafik kazalarına, asit kuyularından petrol kuyularına kadar o sorumluydu.

Bazen İngilizce konuşurdu, bazen Almanca gibi Avrupa dilleri konuşur; Rusça ve Farsça da bilirdi…

“Devlet”in bir tarafı da AKP’den çekiniyordu; bir tarafı da destekliyordu.

Dahası, kader birlikteliği yapmaya sevk etmek için “AKP ve Gülen’i bitirme planı” ortaya çıkmıştı.

Baransu bu dosyaları sunarken, Erdoğan henüz “Kasımpaşalı” değildi.

Ergenekon davası devam ederken, karşısına birileri Deniz Feneri konusunu çıkardı.

Almanların Türk halkının parasıyla ve çıkarlarıyla bu kadar yakından ilgilenmesi gözleri yaşarttı.

Demek ki tarihsel Osmanlı-Alman ittifakı şimdi de TC ve Federal Almanya Cumhuriyeti faslındaydık.

Dolayısı ile iki mağdur tarafın ittifak ettiği bir yeni siyasete başlandı.

 “Devlet” hala derin devletti, ama Ergenekon davası da başlamıştı.

Bu ittifak genel seçimlerde ve referandum sürecinde ve sonrasında devam etti.

Erdoğan üçüncü kez seçilince, artık “usta” olmuştu.

Darbelerle hesaplaşma, yeni anayasa bu dönemde yapılacaktı artık.

Birinci dönemdeki çıraklık, ikinci dönemdeki kalfalık, üçüncü dönemde ustalık vardı.

Zımnen Erdoğan bu dönemde anladığı yeni gerçekleri açığa vuruyordu.

Artık başbakanlık ötesinde, Devlet adamlığına soyundu.

Erdoğan Devlet’i keşfetmişti artık ve ona hakimdi.

Devlet sadece hükümetin omuzundan attığı işlerin sahibi değildi.

Daha önceleri pek de umursamadığı devlet hafızasından istifade etmeye başladı.

Devlet aynı zaman da yeni bilgilerle Erdoğan’la öteki derin devletten kurtulmak istiyordu.

Geçmişte devletin bir tane ve derin olduğunu düşünüyordu.

Bu devletin içinde yuvalanan devletleri özellikle Hakan Fidan’la anlamıştı.

Yeni MİT dönemiyle Türkiye artık önce Yeni Osmanlı sonra Yeni Türkiye’ye yöneldi.

2023 projesi, Türkiye’nin ayağını bağlayan yüzyıllık anlaşmaların bitimine dairdi.

Sonrasında 2071’e ve 2043’e dair yeni belagatler gelişti.

Artık sadece Osmanlı değil, Selçuklu’ya dair hafıza da devredeydi.

O belagatleri destekleyecek sembolik adımlar da atıldı.

Ekonomi, sağlık, tamamdı da, terör sorunu hala atılımları baltalıyordu.

Arap Baharı sürecinde, siyasal olarak rahatladı Türkiye.

Küresel finansal kriz sırasında da ekonomik olarak pek sıkıntıya girmedi.

Bir yerden para akıyordu Türkiye’ye!

Merkez medya zaten iyi giden şeylere inanmıyordu artık.

 

Hangi Taksim?

 

Taksim’deki Hilton ve Divan Otellerinden manzara farklı görünüyordu.

Alman misafirlerin Türkiye sevdasını anlamakta sıkıntı vardı sanki.

Merkez medya Gül’ü de o zaman Cumhurbaşkanı olarak istemiyordu…

Ama nasılsa sonraları pek bir sevecek ve Gül de devamlı goodguy olacaktı.

Sonrasında İsrail’le girdiğimiz Mavi Marmara krizi geldi.

O dönemde de Arınç’ıngoodguy olarak verdiği mesajlar vardı.

Bu arada bir şeyler olmuş, “camia” ile Erdoğan’ın frekansları değişmişti.

Bir anlamda Kılıçdaroğlu’nun söyledikleri camiadan dini telmihlerle geliyordu.

Ve Taksim Gezi Parkında geziye çıkan kuzular kadar sırtlanlar belirmişti.

En masum başlangıcı olduğu ilk günde polisin terörist algısıyla eylemcilere müdahalesi geldi.

Sonrasında parça parça hassasiyetleri birleştirmek için Taksim bir vitrin yapıldı.

Ve Gezi Parkı hem Hilton hem de Divan Otellerine yakın yerdeydi.

Ve küçük çadırların masumiyetiyle büyük otellerin

Küçük çadırlardaki tatlı gençler ile otel lobileri tam bir çelişkiydi.

Türkiye tek bir güncel olayı güncel olarak algılamak imkânsızdır.

Hemen tarih devreye girer ve taraflar tarihsel olay ve kişiler üzerinden savaş verirler.

Ve aslında tarih ne o anda başlar ne de orada biter; öyleymiş gibi yapar.

Taksim Gezi Parkı’nda olanlar da böyleydi.

Orwell’inOldMajor’u dirilmişti adeta, korkularını ve rüyasını anlatıyordu.

Ve ihaleler yapılıyordu güzel ülkemizde, otoyol ve köprü ihaleleri yapıldı.

İhalelerin birinde Ülker ve Koç da vardı, bir de Malezya’lı firma; onlar kazandı.

O zaman, “artık Türkiye’de darbe olmayacak!” diye yazmıştım.

Yerli sermaye ve yabancı uzantıları çatışmazsa siyasetin çatışması nadirdir.

Sonra Başbakan ihaleyi iptal etti.

İhale bitince, “yerli otomobil” heyecanı da bitmişti.

Arkasından üçüncü köprü ve havaalanı ihaleleri geldi.

Bir bakıma asıl eksen kayması anlamına geliyordu bu.

Ne Koç ne de geleneksel sermaye grupları ortada yoktu.

Taksim’de geziye çıkma zamanı yaklaşıyordu…

TÜSİAD’ın biriktikleri vardı, CHP’nin biriktiği vardı, 1 Mayısı, 19 Mayısı ve Nevruz’u topluca gördük.

Ve bir de İslamcı sosyalist kanatın eklenmesi ile bunu “din karşıtı olmadığı” izlenimleri devreye girdi.

Ağaçlardan oluşan temiz oksijen, kirli bir ormana dönüşmeye başladı.

Haklı gerekçelerden yola çıkarak yanlış hedefleri vurmak istiyordu.

Pire için yorgan yakan millet, put kıracağım derken Kâbe’yi de yıkabilirdi.

Erdoğan’ın şahsında hükümete yönelen bazı tepkiler Taksim taksim ettiler.

Sonra da Gezi Meydanında topladılar.

Sonra Gezi Meydanı tepkilerin toplardamarına dönüştü.

Sonra Gezi Meydanını klonlama başka şehirleri atardamara dönüştürme çabaları devreye girdi.

Ulusal basın dış basına Türkiye yangın yerine döndü havasındaydı.

 

Hangi Demokrasi?

 

Demokrasimiz çok matah bir şey olmadığı açıktır.

Aslında demokrasimiz de dini terimler gibi, bir ne istersek onu anlatıyor!

Başbakan tarafında “tencere tava, bunlar hep aynı hava!” tarzı hâkimdi.

Ve yerel yöneticiler dururken, herşeyi Başbakan’ın açıklamasına alışan bir tarz hâkimdi.

Sermaye kesiminde demokrasi sermayenin hâkimiyeti demekti.

Hazır ol vaziyette duran başbakanı pijamayla karşılamaktı.

Hani Türkiye eksen değiştiriyor derken, sermayenin ekseni değişiyordu.

Batı’dan gelenlere göre, Türkiye’nin boyun eğen konumda kalmasıydı.

Ve güzel gençlerimiz için ağaçların yaşaması, kitap okuma, şarkılardı.

Betonlaşan şehirlerindeki ağaçları korumak ülkelerini korumak demekti.

Demokrasinin belki en güzel “kampı” bu gençlerin kurdukları oldu.

Valilik boyutunda demokrasi babacan tavır ve anaç şefkatle otorite teminiydi.

Polislerde demokrasiye kastedenleri gazlamanın adı demokrasiydi.

Farklı muhalif gruplar için demokrasi, Erdoğan’ın tersi olan herşeydi.

Hukukçulara göre, siyasetin aldığı karara göre hiza almak demokrasiydi zaten.

 

Ancak bu olaylardan kısa süre sonrasında

Ancak, kendi ifadesiyle, Halk aslında

Taksim’de biriken eylemci öfkesi var, o öfkeyi kendi havuzunda damıtan çevreler var.

Eylemciler arasında çok farklı grupları

Başbakan’ın öfkesi de var.

Gözlerimizi bir pula satıp geçmişiz bir yana

Ölmesini bilenlere yüz çevirmemiz bundan

Körüz gözbebeklerimize mil çekilmiş mil

Acımasız bir namlu şakağımızda soğuk

Tetikte kendi parmağımız yabancının değil

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Ankara Gazetesi