Nasihat
5/15/2010
Nankörlük
5/11/2010
Dua...
4/13/2010
Cehalet
4/11/2010
Mübarek bir iklimi teneffüs ediyoruz..
Ne mutlu bize ki erişebildik…
Umarız, hakkını vererek ve sindirerek geçiririz…
Ramazan denince akla öncelikle, sadaka, yardım, iyilik, bağışlama gibi yüksek değerler geliyor…
Ve biliyoruz ki yardımın makbul olanı gizliden gizliye yapılanıdır.
Gizlilik o kadar önemlidir ki, Türk kültürü buna has bir takım uygulamaları sinesine kazımış…
Sadaka Taşı bunlardan birisi…
Birçoğumuz bilmeyiz bunu…
Halbuki, bu taşlardan halen mevcut olanları var…
Mesela İstanbul’da…
İnancımız, iman akidemiz, hali-vakti yerinde olanların fakirlere yardım yapmalarını emreder..
Lakin şartı vardır… Olmazsa olmaz şart gizlice verilmesi, alanların gururlarının incitilmemesi…
İşte eskiden yardımların en göze batmayanı ‘‘sadaka taşları’’ kullanarak yapılırdı. Bu taşlar bir buçuk-iki metre yüksekliğinde mermerden olurdu. Üst kısımlarının ortasına çanağa benzer bir oyuk açılır, sadaka verenler parayı buraya bırakırlardı. İki metrelik taşların yanında, tepesine rahatça ulaşılabilmesi için birkaç basamak konurdu.
İhtiyacı olmasına rağmen dilenmekten çekinenler gecenin geç saatlerinde taşın yanına para almaya gelir ama bırakılan meblağın tamamını değil, ihtiyaçları olduğu kadarını alırlardı.
Görüyor musunuz erdemi… Veren de alan da yüksek bir ruh taşıyor…
17. yüzyıl İstanbul'unu anlatan bir Fransız gezgin, üzerinde para bulunan bir taşa tam bir hafta boyunca kimsenin gelmediğini yazmış.
Konuya ilişkin olarak yazılı kaynaklar, İstanbul’da yer alan sadaka taşlarından bahsederler…
Ve… “İstanbul'un dört yerinde sadaka taşı vardı: Üsküdar'da Gülfem Hatun Camii'nin avlusunda, yine Üsküdar Doğancılar' da, Karacaahmet' te ve Kocamustafapaşa' daydı.
Bugün bu taşlardan sadece bir tanesi, Doğancılar' da dikili olanı, ama o da yarısından fazlası toprağa gömülü vaziyette duruyor. Çünkü bir yardım, ne alanı küçük düşürmeli, ne de veren için bir öğünme nedeni olmalıdır.” diye anlatırlar…
Ne kadar enfes bir uygulama, ne kadar ali bir anlayış…
Ecdadımıza milyon rahmet olsun…
***
Bu faslı anlatırken Zimen Defteri’ni atlamak olmaz…
Yine eskiden "Zimen Defteri" diye çok eskilerin hatırlayabileceği bir gelenek varmış... Ramazan ayında hali vakti yerinde olanlar kılık-kıyafet değiştirerek hiç tanımadıkları mıntıkalara gidip, bakkalın, manavın tenha zamanlarını seçerek: "Zimen defteriniz var mı?" diye sorarlarmış, ("Zimen defteri", o esnaftan borcunu yani veresiye mal alan mahalle sakinlerine ait hesap defteri, yani "Borçlu ile borcunun miktarı yazılı olan defter" )
Esnaf bu defteri çıkarınca, gelen şöyle derdi: "Lütfen baştan, sondan ve ortadan şu kadar sayfanın yekununu yapınız."
Esnaf da bu kadar sayfanın toplamını hesaplar ve gelen de kesesini çıkartarak öder, "Silin borçlarını, Allah kabul etsin" diyerek çeker giderdi.
Böylelikle, borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu, borcu sildiren, kimi borçtan kurtardığını bilmez, bu işte hiçbir maddi çıkar düşüncesi gözetmeksizin, sırf Allah'ın rızasını kazanmak ve ihtiyacı olanın sıkıntısını gidermek amacıyla; karşılıksız, riyasız, gösterişsiz olarak verdiklerini unutur ve bu şuurla verebilmenin de bir mazhariyet, Allah'ın bir lütfü olduğunu bilerek buna şükrederlerdi....
Nasıl bir uygulama…
Tam bir mümin tarzı…
Riya yok... hasbilik, içtenlik dolu bir anlayış…
Şimdiyle mukayese edince sormadan edemiyoruz kendi kendimize… “ nereden nereye” diye…