MENÜ
Ankara 21°
Ankara Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
SON KRAL
Engin DİNÇ
YAZARLAR
3 Şubat 2019 Pazar

SON KRAL

 

Bugün ki adıyla İstanbul, dönemin Konstantinopolis’i Osmanlı tarafından ilk defa 1391 yılında Sultan I. Beyazıd (Yıldırım) tarafından kuşatıldı. Bu kuşatma tam yedi ay sürdü ve Bizans, Osmanlı’ya vergi ödeme ile birlikte bir Türk mahallesi kurulmasını kabul etti. Bir süre sonra Osmanlı’ya vergi vermek istemeyen Bizans kralı II. Manuel Macar kralından yardım talep etti. Bunun üzerine kurulan büyükçe bir haçlı ordusu Bizans’ı Osmanlı egemenliğinden kurtarmak için harekete geçti. Bu ordu 1396 yılında Yıldırım Beyazıd’ın orduları tarafından Nikopolis de karşılandı ve tarihe Niğbolu Zaferi olarak geçen bir zaferle Osmanlı galibiyeti ile sonuçlandı. 

Osmanlı’nın Bizans’a karşı böylesine büyük bir başarı kazanmış olması Timur’u harekete geçirdi. Timur ordularıyla Osmanlı topraklarına doğru ilerlemeye başladı. Yıl 1402’yi gösterdiğinde Osmanlı ve Timur orduları Çubuk Ovası’nda karşılaştı. 28 Temmuz 1402 de gerçekleşen bu karşılaşma da asırlarca akıllarda kalan o konuşma gerçekleşti. 

Ordular savaş sahasında karşılaştıktan sonra ordu komutanları son bir telkin için ortada buluşurlar. İki komutan da vakarlı bir halde göz göze geldiğinde Yıldırım Beyazıt’ın gülüşü bu kasvetli havayı bozar. 

Timur: Ne gülersin be adam? 

Yıldırım Beyazıd: Gülerim… Dünya senin gibi topalla ile benim gibi bir köre kaldı. 

Bu heybetli iki ordunun galibi Timur oldu ve Yıldırım Beyazıd, Timur’a esir düştü. Bu durum Anadolu’daki siyasi birliğin bozulmasına sebep olurken Bizans’ı da rahatlatmıştı. Bizans, Mora’yı tekrar hâkimiyeti altına aldı ve Osmanlı’ya ödediği vergiyi kesti. Bu sırada da Osmanlı’nın tahtına I. Mehmet (Çelebi) çıkmıştı. Osmanlı tarihinde bu dönem Fetret Devri olarak anılmaktadır. Bu dönemde de fetihler ve kayıplar yaşanmaya devam etti. Hamitoğulları ve Menteşe Beyliği egemenlik altına alırken Yıldırım Beyazıd döneminde Bizans’tan alınan topraklar iade edilmek zorunda kalındı. Bizans bu durumlar karşısında yeniden canlanma heyecanıyla Avrupa’nın şımarık çocuğu olarak bir dönem daha rahat bir hüküm sürdü. Bu durum Sultan II. Murad’ın tahta çıkmasına kadar böyle devam ederken bir yandan da şımarıklık yapan Bizans iç karışıklıklarla karşı karşıya kalmaya başlamıştı. Bizans tahtına Kral II. Manuel Paleologos’un yedi oğlundan biri olan Yuvan geçmişti. Fakat Yuvan tahta bir korkuluk gibi duruyor, sadece sefa sürüyordu. İdareci bir kimliğe sahip değildi. Tüm prensler ülkeyi kendisine göre parçalara bölmüş, kendi kurallarına göre bölgelerini yönetiyorlardı. Bu durumdan rahatsız olan kardeşi XI. Konstantin kendi bölgesi olan Selembiriya (Silivri) ile İsparta despotu Teodor’un bölgesi olan İsparta’yı değiştirdi. XI. Konstantin Türklere karşı büyük kin besleyen ve Türklerin Anadolu’dan atılabileceğine inanan bir kişilikti. Bunun için fetihlerine de devam etti. Korent Bölgesi’ndeki Eksamilon duvarını onararak Türklerin bu topraklara akımını önlemeyi planlıyordu. Aslında XI. Konstantin tüm bunları rahatlıkla yapmasının asıl nedeni Osmanlı o dönemde Roma-Germen İmparatorluğu ile meşguldü. Osmanlı, Johan Hunniad (Hünyadi Yanoş)’un ordularına 1448 de ağır bir darbe vurdu. Bu darbenin ardından II. Murad’ın orduları Eksamilon despotluğuna kadar dayanmıştı. XI. Konstantin, Eksamilon’u teslim etmesini isteyen II. Murad’a karşı dönemin en büyük yazarlarından Kalkondilas eliyle tam aksi bir yönde ültimatom gönderdi. Gönderdiği bu ültimatonda Eksamilon’un teslim edilmeyeceğini hatta kendisine Makedonya’ya kadar tüm toprakların verilmesi gerektiğini söyledi. Bu pervasız davranış sonrasında Sultan II. Murad’ın huzurunda boyun eğmek ve vergiye bağlanmayı kabul etmek zorunda kaldı. 

XI. Konstantin’in kardeşi Kral Yuvan 1443 de hayatını kaybetmesi ve yerine bir varis bırakmaması üzerine diğer kardeşler arasında taht kavgaları yaşanmaya başladı. Bizans’ın tahtına kardeşi Dimitriyos çıktı. XI. Konstantin’in tahtta gözü vardı fakat Dimitriyos’tan tahtı almasının mümkün olmadığını biliyordu. Bir entrikaya başvurarak vergisi altında bulunan Sultan II. Murad’a hem akrabası hem de müşaviri olan Francis’i tam yedi defa göndererek tahta geçmesi için yardım etmesi için ricada bulundu. II. Murad bu durum karşısında hükmü altında bulunan Bizans’ın kral koltuğuna XI. Konstantin’in oturmasını sağladı. 

1449 yılında Pelopones’ten (Mora) kalkıp gösterişli törenlerle Bizans’ın başına geçen XI. Konstantin annesinden gelen Dragazes unvanını almış ve tarihte artık XI. Konstantin Dragazes olarak anılmıştır. 

Bu arada dünyanın genel yapısını değiştirecek olan bir adam yetişiyordu… Sultan II. Murad’ın oğlu II. Mehmet daha küçük yaşlardan itibaren zekâsıyla ve cengâverliğiyle adını duyurmuştu. Sultan II. Murad tüm ülkede barışı sağladığını düşünerek 1444 yılından tahtından feragat etti. Bunun üzerine tahtın varisi olan II. Mehmet tahta geçti. Tahta geçtiğinde 12 yaşında olan II. Mehmet’e çocuk gözüyle bakılıyordu. Bunun üzerine Macar kralı Ladislas büyük bir haçlı ordusu ile Edirne üzerine yürüme kararı aldı. Halk korku içinde evlerini ve topraklarını terk etmeye başlamıştı. Çünkü II. Mehmet daha çocuktu ve bir ordu komutanı olabilecek güce sahip değildi. Bu tamamen bir önyargıdan ibaretti. Bu durum üzerine II. Mehmet’in babası II. Murad’a dillere pelesenk olan bir sözü işitildi: 

-Eğer padişah sen isen ordunun başına geç, yok padişah ben isem emrediyorum gel ordunun başına geç. 

Bu durum üzerine tahtan tekrar inip tahtı babasına bırakan II. Mehmet için bir dönüm noktası olmuştur. Belki de ona Fatih unvanını kazandıracak olan asıl olay budur. Sultan II. Murad’ın 3 Şubat 1451 de vefat etmesiyle tekrar tahta geçen II. Mehmet bir çağı kapatacak bir çağı açacaktır. Tahta çıkar çıkmaz ilk planı dedesi I. Beyazıd’ın yaptırmış olduğu Anadolu Hisarı’nın tam karşı kıyısına Boğazkesen denilen yere bir hisar inşa ettirmek oldu. Babasının lütfü ile tahta oturan XI. Konstantin Dragazes, II. Mehmet’e hisar yapması için kendisinden izin alması gerektiği hususunda bir elçi göndermişse de Sultan II. Mehmet elçiyi kabul etmedi. Durumun rehavetinin fark eden Kral XI. Konstantin Dragazes barış görüşmeleri için 1452 yılında tekrar bir elçi göndermişse de II. Mehmet bu elçiyi de kabul etmedi. Bunun adı savaştı… Rumeli Hisarı adı verilen hisar Ağustos 1452 de tamamlandı ve böylece boğazın tüm kontrolü Osmanlı’ya geçmiş oldu. Artık boğazdan geçen tüm gemiler ya Osmanlı’ya vergi verecek ya da boğazın serin sularına boğulacaktı. Bu durumdan Bizans kadar başta Venedik olmak üzere tüm Avrupa devletleri rahatsızdı. 

XI. Konstantin Dragazes, II. Mehmet’in ordularına karşı koyabilecek güce sahip olmadığı için Roma ve Papa’dan yardım talebinde bulunmuştu. Fakat Konstantinapolis tarihin kötü anılarıyla doluydu. Haçlı seferleri sırasında şehri yağmalayan haçlı ordusunun tekrar bu topraklarda olmasını istemeyenlerde vardı fakat ya şehir haçlı eline düşecek ya da Osmanlı kontrolüne geçecekti. İstemeye istemeye?de?olsa Papa’dan yardım isteyen Kral XI. Konstantin Dragazes’e kısa bir sürede cevap geldi ve Papalık 3 kadırga ile birlikte 200 asker gönderdi. Bunun yanında Cenevizli komutan Giovanni Giustiniani komutasındaki 700 askerle yardıma geldi. Kral XI. Konstantin Dragazes kendisine yardıma gelen Giovanni Giustiniani’yi orduların başına geçirdi. Eğer bu savaş Bizans’ın zaferi ile sonuçlanırsa?ona Limmi adası verilecekti. 

XI. Konstantin Dragazes yardımına gelenlerle birlikte dev surlarına da güvenerek Sultan II. Mehmet’i yeneceğine ve belki de Osmanlı’yı ilelebet tarih sahnesinden silebileceğine inanmaya başlamıştı. İlk olarak 410-442 yılları arasında, 1400 hektarlık alanı kapsayacak şekilde 19 kilometre uzunluğunda Konstantin surları inşa edilmişti. Nüfusun artmasına bağlı olarak II. Theodosius, yaklaşık 1400 metre açığa yeni surlar inşa ettirdi. Bu surların yüksekliği 11 metre, genişliği ise 4,8 metre idi. Surlar tek sıradan oluşmuyordu, ana surun 14,5 metre önünde 8 metre yükseklikte ön surlar bulunuyordu. Bu surların genişliği ise 0,5 ila 1,5 metre arasında değişmektedir. Ön surların da önü tahminen 1000’li yıllarda yapılan çalışmalarla 18 metre genişlikteki hendeklerle çevrilmişti. İstanbul surları sadece karadan gelebilecek taarruza karşı tasarlanmamıştı; kentin deniz kıyısı da bütünüyle surlarla çevriliydi. Günümüzde Sarayburnu olarak bilinen bölge bütünüyle denizden izole edilmişti. 8,5 kilometre uzunluktaki deniz surları yine II. Theodosius tarafından yaptırılmıştı. 36 kapısı, 101 kulesi ve 27 burcu bulunmaktaydı. Haliç kıyısını ören Galata surlarının yapımı ise 439’da başlamıştı. 5,2 kilometre uzunluğa sahip bu surlar 2 ilâ 3 metre genişlikteydi ve 20 kapısı, 172 kulesi bulunmaktaydı. Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin bulunduğu yerde de bir iç kale bulunuyordu. XIV. yüzyılda yaşanan Bizans-Ceneviz Savaşı sebebiyle Galata surlarının da önü hendeklerle çevrilmiştir. İstanbul’un su sistemi de geliştirilmişti. Yaklaşık 250 kilometre uzaklıktaki Yıldız Dağlarından, civardaki derelerden kemerlerle su getirilmekteydi. Getirilen sular, sarnıçlara aktarılmaktaydı. Galata Kulesi’ndeki surlar bundan birkaç yıl öncesine kadar görünür durumdaydı. Son kalıntı ise Haliç metro köprüsünün ayakları dibinde kalmıştır. 

Savaş hazırlığı sürerken II. Mehmet de bu surların kuvvetini çok iyi biliyordu. Bu surları elindeki toplarla yıkamayacağını biliyor ve yeni bir top geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Mühendislik ilmine de sahip olan II. Mehmet Şahi topunu tasarladı ve Erdelli Urban topçusuna bu topun dökülmesi emrini verdi. 

Osmanlı ordusu, hücumdan önce kentin etrafındaki varoşları yıktı. Topların konuşlanacağı yerleri seçmek için surların en zayıf kesimleri tespit edildi. Galata cephesinde Zağanos Paşa’nın kuvvetleri, surların güney kısmında Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa, kuzey kısmında da Rumeli Beylerbeyi Karaca Paşa konuşlandı. St. Romanos ile Adrianopolis kapıları arasındaki merkez cephesinde ise II. Mehmet, yeniçerileriyle birlikte konuşlandı. Bu bölgede Bizans tarafının en zayıf bulduğu surlar bulunmaktaydı. En zayıf kesimi tespit eden Osmanlılar, toplarını buna göre 11 Nisan’da konuşlandırdı; üç top Blaherne Sarayı, üç top Piyi (Silivrikapı), iki top Adrianapolis (Edirnekapı), dört top da St. Romanos (Topkapı) Kapısı önüne yerleştirildi. Osmanlıların döktürdüğü en büyük top, başta Kaligaria Kapısı (Eğri Kapı) önüne yerleştirildiyse de kapı dayanıklı bulundu ve daha zayıf görülen St. Romanos Kapısı önüne kaydırıldı, günümüzdeki “Topkapı” ismi bundan gelmektedir. Topların konuşlanmasından iki gün sonra Baltaoğlu Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması Prinkipos’u (Büyükada) ve Antigoni’yi (Burgaz Adası), Tarabya’daki bir Bizans kalesini de Osmanlı ordusu ele geçirdi. 

Kral XI. Konstantin Dragazes’in mezarı 

Gemilerin karadan yürütülüp, şahi topunun Bizans surlarını yerle bir etmesiyle Bizans, Osmanlı egemenliğine tamamen girmiş oldu. Kral XI. Konstantin Dragazes’in akıbeti ise tarih büyük ve acı bir kayba sahiptir. Birçok farklı görüş bulunuyor olsa da bugün tam anlamıyla Kral XI. Konstantin Dragazes’in mezarının nerede olduğu bilinmemektedir. 

Türk kaynaklarında kralın akıbeti hakkında neredeyse hiçbir bilgi yokken Yunan kaynaklarında; kralın da yakın dostu olan Phrantzes’in beyanına göre; ayakkabısında Bizans krallarına özel bir kartal simgesi bulunan bir ceset bulunmuş, defni için Yunanlılara verilmiştir. Yine Yunan muasırlarında Ducas, kralın cesedinin değil başının bulunduğunu, tanındığını, dondurularak teşhir edildiğini söylemiştir. İvaria kaynaklarından olup muhasarada hazır bulunan Babrao, bazılarının ifadesine göre cesedin gömüldüğünü, bazılarına göre cesedin çiğnenmiş olduğunu söyler. Tedaldi, bu mütalaayı işleyerek bir rivayete göre İmparatorun yaralandığını ve ayaklar altında çiğnenerek öldüğünü, Türklerin kafasını kesmiş olmalarının muhtemel olduğunu söyler. Mon Valdo, cesetten bahsetmemek hususunda Ducas’ı kopya ederse de kafanın doldurulduğunu, kırk bakire ve kırk gençle birlikte Babil (Kahire) paşasına gönderildiğini nakleder. 

En çok dikkate değer iki rivayet Slavonia’dan gelmedir. “Moskovit rivayet” olarak maruftur. Buna göre imparatorun Kafası, Sultan II. Mehmet’e götürülmüş, Sultan II. Mehmet bu kafayı tanımış ve onu öpmüş, sonra onu gümüşten bir mahfaza içine koyarak patriğe göndermiş, o da bu kafayı Ayasofya mezbahanın altına gömmek için müsaade almıştı. Ceset ise Galata’ya götürülmüş ve orada gömülmüştü. İnsanın en çok inanmak istediği rivayet budur. 

Slavonik rivayet yahut Lehli yeniçeri rivayeti (bu rivayetler birbirinin tıpkısıdır) diye maruf olan rivayete göre Sırplı bir yeniçeri imparatorun kafasını Sultan II. Mehmet’e getirmiş, Bizans asilzadelerinden Notaras da kafayı tanımıştı. Kafa bir müddet için sarayın dışındaki kırık sütun üzerinde teşhir edilmişti. Aynı sırada imparatorun cesedi de mor ayakkabıları dolayısıyla tanınmış bulunuyordu. Ceset merasimle defnolunmuş, (fakat nereye gömüldüğü söylenmemektedir) ve padişah, kabrin üzerine, Osmanlı Devletinin hesabına bir kandil yakılmasını emretmiştir. İmparatoru öldüren yeniçeri bir vilayete vali tayin edilmekle mükâfatlandırılmıştı. 

1892 de İmparator Kral XI. Konstantin Dragazes’in tercüme-i halini yazan Majovovich kabrin beyaz mermerden olduğunu, üzerinde yabani güllerin ve yabani üzüm çubuklarının yetiştiğini söyler. 

Fakat E. A. Grossvenor’un 1895 de neşrettiği “Constantinople” adlı eserde şu sözlerle karşılaşıyoruz:“İstanbul’daki Vefa mahallesinde, yerli Rumların İmparator Kral XI. Konstantin Dragazes’e ait olmak dolayısıyla saygı gösterdikleri sefil ve isimsiz bir mezar vardır. Ürkek bir hürmet, mezarın etrafına bir takım iptidai tezyinat vücuda getirmiştir. Kabrin etrafında, gece gündüz mumlar yanıyordu. Geçmiş seneler evveline kadar burası, bir ibadet yeri olarak, gizlice ziyaret ediliyordu. Daha sonra Osmanlı hükümeti, şiddetli tedbirler almış ve bu yüzden burası aşağı yukarı terk edilmiştir.”

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Ankara Gazetesi