MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, şu ifadeleri kullandı:
Değerli Basın Mensupları,
Meclis parti grubumuzun bu haftaki toplantısına başlarken sizleri en iyi dileklerimle selamlıyor, başarılı ve sağlıklı bir hafta geçirmenizi temenni ediyorum.
Yurt içinde ve yurt dışında hayat mücadelesi veren aziz vatandaşlarımızla birlikte gönül ve kültür coğrafyalarımızda yaşayan tüm kardeşlerimize sevgi ve saygılarımı sunuyor, hepsini özlemle kucaklıyorum.
Tasvip etsek de etmesek de savaş ve siyaset bir bakıma propagandaların mücadele sahası, karşılaşma alanıdır.
Propagandanın mahiyet ve muhtevası mücadelenin seyir ve serencamını derinliğine etkileme kapasitesi taşımaktadır.
İftiralarla bezenmiş kara veya gri propaganda ne denli hızlı olsa da, günü ve saati geldiğinde hakikatin ağırlığı altında ezilmeye mutlak surette mahkûmdur.
Günümüz şartlarında, bilhassa uluslararası ilişkiler çerçevesinde söylersek, ters propagandaların, algı operasyonlarının, yalan haberlerin, uydurma iddiaların yoğunluğu tehlikeli boyutlarda artmıştır.
Bunun sonucu olarak, ülkelerarası ilişkiler değer odaklı olmaktan uzaklaşarak önyargılara ve ölümcül hesaplaşmalara sürüklenmiştir.
Uluslararası ilişkiler ve dış politika; adı üstünde, kendi ülkemiz ve milletimizle, bizim dışımızdaki ülke ve milletler arasındaki münasebetlerin tanımı ve bütünüdür.
Her ülkede olması gerektiği gibi, Türkiye’mizin de dünya ile kurulan bu karmaşık ve kapsamlı ilişkiler ağının merkezinde vazgeçilmez hak ve menfaatleri, Türk milletinin bekası, Türk kültür ve tarihinin şeref ve haysiyeti bulunmaktadır.
Parti Programı’mızda milli dış politikamızın temel hedefleri şunlardır;
Türkiye’nin milli güvenliğini ve milli çıkarlarını korumak ve geliştirmek; çevremizde barış, istikrar ve güvenlik kuşağı oluşturmak; başta komşularımız olmak üzere, bütün ülkelerle karşılıklı saygı ve yarara dayalı ilişkiler kurmak; mevcut sorunları Türkiye’nin hak ve çıkarları korunarak uluslararası hukuk çerçevesinde adil ve kalıcı çözümlere kavuşturmaktır.
Türkiye'nin coğrafî, stratejik ve jeopolitik konumunu dikkate alan, bölgesel ve küresel istikrara katkı sağlayacak; şahsiyetli, istikrarlı ve etkili bir dış politika hem gayemiz hem de gayretimizdir.
Türk milleti için vazgeçilemez nitelik taşıyan unsurlar olan; millî kültürümüzü, toprak bütünlüğümüzü ve üniter devlet yapımızı korumayı temel öncelik olarak özümseyen bir strateji çerçevesinde partimizin uluslararası ilişkilerdeki temel yaklaşım ve prensipleri belirlenmiştir.
- Meselelere başkent Ankara'dan bakan,
- Dünyayı Türkçe okuyan,
- Ne doğudan ne de Batı’dan vazgeçen,
- Hiçbir ülkeyi, hiçbir düşünceyi, hiçbir medeniyet ve milleti hor görmeyen bir vizyon genişliği ve ahlak seviyesi Milliyetçi Hareket Partisi’nin dış politikasının ana çatısıdır.
Bu yaklaşımımız günden güne değişen taktik hamlelerin ve günübirlik ilişkilerin neticesi değil; kalıcı, köklü ve bin yılı aşan milli bir duruşun ifadesidir.
Büyük Türk milleti, Anadolu coğrafyasında bin yıldır varlığını sürdürmüş ve bu coğrafyayı vatan yapmıştır.
Bu bin yıllık sürede, sahip olunan vatan toprakları kendi jeopolitiğini geliştirmiş, Selçuklu’dan Osmanlı’ya, oradan da Cumhuriyete manevi bir veraset halinde intikal etmiştir.
Bir coğrafyanın beşeri, ekonomik, sosyal, kültürel politiğini oluşturmak ve yükseltmek, sahip olunan stratejik imkân ve şartların yanı sıra, mevcut devlet ve yaşayan millet yapısını hesaba katan gerçekçi bir analizin sonucudur.
Bu açıdan, cihan devleti kuran ecdadımızdan tevarüs edilenler bizlere yalnızca mazide kalmış acı ve tatlı hatıraları değil; beraberinde yaşanmış gerçeklerin, muazzam toprak ve insan kaybıyla sonuçlanmış ibret verici neticelerini de bilmemizi ve ders çıkarmamızı gerektirmektedir.
1923 yılında kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti, bu bin yıllık stratejik var olma mücadelesinin tarihi mirasını devralmıştır.
Hepinizin bildiği gibi, bugünkü siyasi sınırlarımız kendiliğinden oluşmamış ve kolaylıkla elde edilmemiş, dönemin küresel güçlerinin Türklüğe biçtikleri sınırlı bir alanın reddedilmesi sonucunda şehit kanıyla çizilmiştir.
Doğal olarak bugünkü vatanımız, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde başka toplumlara tahsis edilmek istenen topraklarımızı fütursuzca parselleyen küresel projenin hilafına; akıl, heyecan, iman, silah ve hesabın terkibiyle oluşan muhteşem bir mücadeleyle kazanılmıştır.
Devlet siyasetimizin önceliği, uluslararası ilişkilerde mevcut milli sınır ve yapının korunmasına yönelik tedbirler olmuş, bu ise imparatorluğun yıkılış şablonunda rol alan dış unsurlar ve Kurtuluş Savaşımızla yarım kalmış küresel projelerin hala canlı durduğuna dair haklı kaygıları beraberinde getirmiştir.
Türkiye'nin geride kalan 98 yıllık dış siyasetinde ihtiyat ve denge, kuşku ve kaygı sürekli belirleyici olmuştur.
Tabidir ki, yaşayan ve değişen küresel gelişmeler, ülkemizin güç ve etki kazanması, Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarındaki ağır şartlara dayanan stratejik ilişkilerin gözden geçirilmesini ve tedbirlerin gevşetilmesini gerektirebilir.
Ancak, burada devletimizin üzerinde hükümran olduğu coğrafya değişmediğine göre, jeopolitikten doğan stratejinin köklü değişimlere açık olduğunu söylemek bugünkü ortamda mümkün değildir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin 98 yıllık milli siyaset ve stratejisi, kuruluş gerçeklerinden başlayarak, hükümetler üstü bir anlayışla tezahür etmiş ve devlet politikası haline gelerek bugünlere ulaşmıştır.
Ancak ve ancak savaş mağlubu ülkelerin içine sürüklendiği zaaf ve zayıflıklar Türkiye için asla söz konusu olmamıştır.
Emel sahiplerini uyarıyorum, Türkiye önüne gelenin azarlayacağı, keyfi yetenin ayar vereceği, onun bunun tehditlerine boyun eğeceği savaş mağlubu bir ülke olarak görülemeyecektir.
Cumhuriyetimizin kuruluşu teslimiyetin neden olduğu dayatmaların değil, savaşla ve direnerek kazanılmış bir zaferin getirdiği özgüven içinde Lozan ruhuyla dünyaya kabul ettirilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, Milli Mücadele’nin onur tacıdır.
Bu tacı kara propagandalarla, iftira kampanyalarıyla lekelemeye hiçbir iç ve dış muhasım odağın kuvvet ve kudreti yetmeyecektir.
Uluslararası ilişkilerde başı eğik, aciz, atıl ve atalete düşmüş bir Türkiye artık yoktur.
Ön alan, öncü olan, önden giden, istikamet çizen, sesini yükselten, iradesini gösteren, iddialarının arkasında duran bir Türkiye gerçeği vardır.
Başkalarının ağzına bakmıyoruz, buna karşılık ağzımızdan ne çıkacağına baktırıyoruz.
Kuşkusuz, herkesi düşman olarak göremeyeceğimiz gibi, herkesi dost zannederek yolumuza devam edemeyeceğimiz de ortadadır.
Uluslararası ilişkilerde ne kalıcı düşmanlıklar vardır, ne de sürekli dostluklar hakimdir.
Karşılıklı hak ve menfaatler ağı bu ilişkilerin şeklini ve yöntemini belirleyen en önemli kıstastır.
Partimiz dış politika esasını, "bölgemizde ve dünyada barışı sağlayarak sürekli kılmak ve uluslararası işbirliğini geliştirmek" olarak açıklamış, ancak söz konusu barış ve uzlaşma anlayışımızın teslimiyetçilik olamayacağını, millî menfaatlerin her şeyin üzerinde tutulacağını önemle vurgulamıştır.
Cumhur İttifakı ve Milliyetçi Hareket Partisi bu tutumuyla, Türkiye'nin millî varlığına ve tarihî misyonuna sonuna kadar sahip çıkmanın siyasetteki tanımı ve iftihar edilecek temsilcisi olarak sivrilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti egemenlik haklarını ve sınırlarını yüzyıla yaklaşan bir tarih birikimiyle ve kendi milli gücü ile oluşturmuş bir devlettir.
Dünya devletleri ve komşu ülkelerle yapmış olduğu anlaşmaların ve ilişkilerin esasları ile verebileceği milli tavizin son sınırları, bu köklü birikimin ve devlet-millet şuurunun sonucunda ortaya çıkmıştır.
Bildiğiniz gibi, uluslararası alanda edineceğimiz mevkii; sahip olduğumuz stratejik, jeopolitik, beşeri, ekonomik, kültürel, tarihi ve askeri milli imkânları kullanabilme kabiliyetimizle sınırlıdır.
Milli gücümüz bu potansiyeli harekete geçirebildiğimiz kadardır.
Bu imkân ve yetenekleri dönemsel şartların ortaya çıkardığı fırsatlar içinde değerlendiremeyen ülkelerin, sahip olduğu potansiyelleri yalnız başına bir anlam taşımayacaktır.
Dinamik ve devam edegelen süreçlerden oluşan uluslararası ilişkiler ağı, gücünü harekete geçiremeyen ülkelerin hezimete sürüklenmesini kaçınılmaz hale getirmektedir.
Tarih, yanlış hevesler ve dürtülerle, milli imkânlarını küresel kargaşada heba etmiş, itibar kaybetmiş ülkelerin nafile hamleleri ile doludur.
Ancak bu durum; ortam, kuvvet, imkân, fırsat ve risk arasındaki dengeler gözetilerek uluslararası alanda yapılacak akıllı ve etkili stratejik hamlelerin önünde bir engel olarak da çıkmamalıdır.
Kurulacak küresel ilişkilerin gerçek güçle orantılı olacak şekilde muadiliyet, denge, istikrar, hakkaniyet, mütekabiliyet, saygı ve işbirliği üzerine tesisi esas olmalıdır.
Bunlar yapılırken de en önemli husus, diplomasinin ve uluslararası ilişkilerin ciddiyet taşıdığının bilinmesi, muhatap veya müttefik ülkelerin bir milletin şeref ve haysiyetini rencide etmemesi şarttır.
Türkiye, başkalarının yazdığı bölgesel senaryolarda figüran olmayacak kadar değerli, önemli ve güçlü bir ülke; diplomasi geleneği ise dublaja ve suflöre gerek duymayacak kadar köklü ve derindir.
Bize göre her Cumhuriyet hükümeti, Başkentimiz Ankara’yı merkezine alan projeleri cazibe merkezi haline dönüştürmeli, milletimizin yüzlerce yıllık kucaklayıcı kültürü Türkiye’nin etrafında bir çekim alanı oluşturmalıdır.
Çok şükür şu anda olan da budur.
Türkiye’yi küresel projelerin, bölgesel taşeronluğunu yapacak kadar aciz ve ilkesiz bir ülke olarak görenler zillete düşmüş bir avuç kimliksizdir.
Ülkemizin uluslararası camiada attığı her adım, ince hesaplar ve derin analizler sonucudur; milli beka ve milli itibar, ham hayaller ve basit meşruiyet arayışlarının üstündedir.
Uluslararası ilişkilerin, üzerine hesapsızca atlanarak deneneceği, tutmayınca da “ne yapalım ölü doğdu” denilerek üstünün toprakla örtüleceği bir “mevta” olmadığı bilinciyle ülkemizin hak ve çıkarları cesaretle savunulmaktadır.
Muhalefet bugüne kadar geldiği yolda taviz ve tam teslimiyetle “ölü doğmuş” veya “çökmeye mahkûm” başka projelerin figüranı olmaya talipken, Cumhur İttifakı dünyanın her köşesinde Türkiye’yi aziz millet varlığının beklentileri doğrultusunda savunmaktadır.
Türkiye içte ve dışta var olan sorunlarını aşacak çaptadır, cesarettedir, yeterliliktedir.
Geçmişte çok daha müşkül durumları aşmayı da başarmıştır.
Bugün vatan savunması tehdit ve tehlikenin filizlendiği her zeminde yapılmaktadır.
Çünkü vatan, geçtiğimiz Pazar günü 49’uncu vefat yıldönümünü andığımız merhum Dündar Taşer'in dediği gibi "milliyet ve mukaddesatın korunduğu yerdir."
Hadiselerin ve hayatın akışına Brüksel’den, Washington’dan, Berlin’den, Londra’dan, Paris’ten değil, bizatihi ve sonuna kadar Ankara’dan baktığımızı ve bakacağımızı üstüne basa basa dile getirmek milli vakarımızın gereğidir.
Yine merhum Dündar Taşer’in vurguladığı üzere, bu vatanı birkaç nazariyecinin safsatasına, birkaç hainin hesabına, birkaç ahmağın gafletine kurban etmeyeceğiz.
Kılıçdaroğlu’nun ve zillet yedeklerinin ne yapacağını bilemeyiz, ama bizim gideceğimiz başka bir ülke, yaşayacağımız başka bir vatan, gurur duyacağımız başka bir bayrak yoktur.
Başkalarının gelecekte ne olacağı ve nerede duracağı bizi hiç ilgilendirmiyor.
Biz bin yıldır buradayız. Bir ve beraberiz.
Önümüzdeki binli yıllarda da burada olacağız.
Kimse en küçük bir şüphe duymasın.
Ay yıldızlı al bayrağımızı dünya durdukça, son yurdumuz Anadolu’da dalgalandıracağız.
Değerli Milletvekilleri,
Uluslararası ilişkiler hakkındaki düşüncelerimi seslendirirken elbette Brüksel’de yapılan NATO devlet ve hükümet başkanları zirvesi referans alınmıştır.
İttifak’ın kuruluşundan bu yana 28 zirve yapılmış, son toplantıyla da 29’uncu zirve gerçekleşmiştir.
Haklı olarak bütün dünyanın gözü Brüksel’deki NATO Karargâhına çevrilmiştir.
NATO Genel Sekreteri, zirve öncesinde, “trans-atlantik ilişkilerimizde yeni bir sayfa açıyoruz”, yorumu getirerek bir yönüyle gündemde olan NATO’nun 2030 stratejisi hakkında ipucu vermiştir.
Bizim üzerinde durduğumuz asıl gündem konusu ise Türkiye’nin müttefikleriyle olan ilişkilerinin muhasebesi, müzakeresi, eğer mümkünse nasıl bir mutabakatla bağlanacağı meselesidir.
Özellikle Türkiye’yle ABD arasında soğuk rüzgârların estiğini bilmeyen, bu soğukluğu hissetmeyen neredeyse kalmamıştır.
İki ülke arasında kaygan bir zemin oluşturan kalın buzların çözülmesi samimi dileğimizdir.
ABD Başkanı Biden’in 6 Haziran 2021 tarihinde Washington Post’a yazdığı bir makalede, “Avrupa gezisinde, dünya demokrasilerini yeniden bir araya toplamayı ve harekete geçirmeyi hedeflediğini” açıklamıştır.
Bunun nasıl olacağı, hangi vasıtaların kullanılacağı, Türkiye’nin bu dünya demokrasileri içinde nasıl bir yer tutacağı tartışılması gereken bir muamma olarak karşımızdadır.
ABD’nin müttefiklerine ve ortaklarına taahhütlerini yenileyeceğini söyleyen Biden’in, Türkiye’yi hangi kategoride değerlendirdiği de merak ettiğimiz bir husustur.
Bahsi geçen bu ortaklar arasında PKK/YPG’nin olup olmadığı henüz ve somut biçimde açıklığa kavuşmuş değildir.
Biden’in Türkiye’yi nasıl ve hangi seviyede bir müttefik gördüğü de belirsizliğini korumaktadır.
Zirve öncesi, Türkiye’yi ilzam eden, haksız sözlerle eleştiren ABD Dışişleri Bakanı, peşin hükümlere, husumetle perçinlenmiş heveslere anlaşılan teslim olmuştur.
8 Haziran 2021’de, ABD Senatosu’nda konuşan bu bakan ya cahil ya da küstahtır.
Türkiye’nin NATO müttefiki gibi davranmadığını, S-400 almasının ve Doğu Akdeniz’deki adımlarının rahatsız edici olduğunu yüzsüzce ifade etmiştir.
ABD Dışişleri Bakanı, ülkemizde insan hakları ve gazetecilerin durumu konusunda da ciddi endişe taşıdıklarını söylemiştir.
Bizim endişelerimizin mahiyetini, şüphelerimizin içeriğini bir öğrense bu bakanın dışarıya çıkacak mecalinin olmayacağını cümle alem görür ve şahit olurdu.
Türkiye’nin NATO müttefiki gibi davranmadığını iddia eden ABD’nin hangi örgütlerle fiili ittifak ve dayanışma içinde olduğunu yalnızca biz değil, günü geldiğinde beşeri vicdan ve tarih anlata anlata bitiremeyecektir.
Arkamızdan dolanıyorlar, müttefiklik edebiyatı yapıyorlar.
Teröristlerle iş tutuyorlar, stratejik ortaklıktan bahsediyorlar.
Türkiye’nin kuyusunu kazıyorlar, sözde Ermeni soykırım yalanına sarılıyorlar, sonra dönüp NATO diyorlar.
15 Temmuz darbecilerini koruyorlar, Pensilvanya’da FETÖ’yü barındırıyorlar, utanmadan, sıkılmadan, yüzleri kızarmadan demokrasi ve hukuk alanlarında ahkam kesip bize parmak sallıyorlar.
Bilmiyorlar ki, yalanlarla çevrili bir ortamda güvenin evi yoktur.
Zira yalan dönüş ihtimali olmadan kapanan çıkış kapısıdır.
Kaybedilen bir güveni açmanın anahtarı da yoktur.
Geçen hafta PKK/YPG terör örgütü, Suriye’nin Tel Rıfat Bölgesi’nden Afrin’de kurulu bulunan Şifa Hastanesi’ne saldırdı.
Dikkat ediniz, bu saldırıyı grad füzeleriyle ve top atışlarıyla gerçekleştirdi.
Tedavi gören 14 masum sivil hayatını kaybederken 32 sivil de yaralandı.
Aklı sıra dünya demokrasilerini bir araya getirmeyi amaçlayan Biden, bu grad füzelerinin PKK'nın eline nasıl geçtiğiyle ilgili bir durum tespiti yapmış mıdır?
Ya bu ülkenin Dışişleri Bakanı, terör örgütünün top bataryalarına nasıl sahip olduğunu itiraf edecek kırıntı da olsa bir ahlaka, bir izana, bir vicdana sahip midir?
ABD menşeli silahlar teröristlerin elinde kurşun atarken, NATO müttefikliği hiç düşünülmüş, hiç hesaba katılmış mıdır?
Geçiniz bu bayağı oyunları, bırakınız sonu gelmez oyalamaları.
NATO, bugüne kadar Türkiye’nin hangi güvenlik ihtiyacına cevap vermiştir? Sormayalım mı, sorup da cevap aramayalım mı?
Türkiye, NATO misyonlarına en çok destek olan ilk beş ülke arasındayken, ortak bütçeye en fazla katkı sağlayan ilk sekiz ülkeden de birisidir.
İttifak’ın en büyük ikinci ordusu Türk ordusudur.
Türkiye NATO misyonlarına samimiyetle uymuştur.
En son olarak Türkiye’nin kilit bir role sahip olduğu ifade edilen Afganistan bunlardan birisidir.
NATO’nun güncel tehditlerine uyum konusunda tereddüt yaşamayan ülkemizle, hangi vahim sorunlar karşısında dayanışma içine girilmiştir?
15 Temmuz’da başkentimiz hainler tarafından bombalanırken, bu NATO neredeydi? Ne yapıyordu? Neyin hazırlığı içindeydi? Bu sorunun da peşine düşmeyelim mi? Failleri deşifre etmeyelim mi?
Güney sınırlarımızda terör devleti kurulması hedeflenirken, NATO’da birlikte silah tuttuğumuz ülkelerin sırtımıza namertçe ateş açtığını söylemeyelim mi?
Uzaktan bakılınca saf mı görünüyoruz? Elimize vurup ekmeğimizi alacaklarını mı sanıyorlar?
Tarihte böylesi gaflete düşenlere kahramanlıkla perçinlenmiş iman dolu kalplerin neler yaptığını, hayatı ve dünyayı nasıl zindana çevirdiğini bilmeyen varsa bilenlere sorsun, yok onlar da bilmiyorsa öğrenmek için sıralarını beklemeye şimdiden koyulsunlar.
Türkiye, NATO’nun eşit bir müttefikidir, en azından biz böyle değerlendiriyoruz.
İrademiz Brüksel’deki NATO karargâhına devredilmiş değildir.
Nitekim kimden silah alıp almayacağımızın mevzu bahsi NATO’nun bileceği, tayin edeceği bir konu da olamayacaktır.
ABD’nin Türkiye’yi savunmasız bırakma konusundaki gizli niyeti zehirli meyvelerini 15 Temmuz gecesi vermedi mi?
Az kalsın Türkiye işgal edilmeyecek miydi?
Peki, dost dediklerimiz neredeydi? Hangi senaryoları yazıyorlardı?
Türkiye’deki muhalefet cenahını kışkırtıp iktidar havucuyla tutsak alanların sorarım sizlere, neresi dosttur? Nereleri müttefiklik ruhuyla uyuşmaktadır?
Ekonomik tetikçilerini üzerimize salıp istikrarsızlık fitilini tutuşturanların nesine güveneceğiz?
Rusya’dan silah almayın diyorlar, tamam da ihtiyaç duyduğumuz silahları siz verdiniz mi? Üretiminde ortak olduğumuz ve parasını peşinen ödediğimiz F-35’leri gasp ederken aklınız neredeydi? Neyin peşindeydiniz?
ABD’nin Senato Dışilişkiler Komitesi Başkanı’nın hazırladığı tasarıyla, Türkiye’ye teslim edilmeyen F-35’lerin Yunanistan’a verilme teklifi hangi mantığın, hangi maksadın mahsulüdür?
Türkiye’ye karşı uygulanan baskı ve yaptırım politikalarının bu haliyle devamı iki ülke arasındaki ilişkileri çok yönlü zedeleyecektir.
Aynı ABD, sorun yaşadığı başka ülkelerle müzakere ve diplomasi kanallarını açık tutarak ülkemize çifte standart uygulamıştır.
Doğu Akdeniz’deki adımlarımızdan rahatsız oluyorlarmış, varsın olsunlar, onları rahatsız etmek bize düğün bayramdır.
Hatta münhasır ekonomik bölge ilanı etmek için de fazla beklemeye gerek kalmamıştır.
Değerli Arkadaşlarım,
Aslında maruz kaldığımız gelişmelerin tadı tuzu kaçmıştır.
Bu kurşun gibi ortamda Cumhurbaşkanımız NATO zirvesine katılmış, bir program çerçevesinde devlet ve hükümet başkanlarıyla bir araya gelmiştir.
Günlerdir beklenen Sayın Cumhurbaşkanı’yla ABD Başkanı Biden arasındaki görüşme 45 dakikalık süre zarfında gerçekleşmiş, ardından da iki ülke heyetleri bir masa etrafında buluşmuştur.
Biden ilk açıklamasında çok iyi bir görüşme yaptıklarına temas etmiş, daha sonra da Sayın Cumhurbaşkanı ikili görüşmede meseleleri yapıcı bir şekilde ele aldıklarını, görüşmenin de son derece yararlı ve samimi bir havada geçtiğini vurgulamıştır.
Her alanda saygı ve çıkara dayalı etkin işbirliği hedefi kapsamında ABD’yle doğrudan diyalog kanallarını daha da canlandırma konusunda mutabık kalınmıştır.
Türkiye’nin haklı beklentileri, meşru öncelikleri ve milli hassasiyetleri ABD Başkanı’na ve muhatap ülkelere tüm berraklığıyla aktarılmıştır.
Görülmüştür ki, terör örgütleri konusundaki ikircikli tavır müttefik ülkelere ne yazık ki katılaşmış ve kalıplaşmış bir şekilde egemenlik kurmuştur.
Küresel barış ve istikrar çabalarını sekteye uğratacak, geniş bir yelpazede ihtilafa neden olacak bu çarpıklıkla, NATO’nun yeni güvenlik konseptinin nasıl bağdaşacağı başka bir tartışma konusu olarak önümüzde durmaktadır.
Demokrasinin yara aldığı, yapısal sorunların kökleştiği, ülkeler arası güvensizliğin dünya üzerinde kamçılandığı bir dönemde, Türkiye’nin terörle mücadelede tek başına bırakılması hem trajik bir yanlış hem de ittifakın ilke ve esaslarıyla terstir.
Sorun çözme mekanizmalarının küresel ve bölgesel düzeyde güçlendirme amacı bugüne kadar sadece lafta kalmıştır.
NATO Zirvesi’nin açıklanmış sonuçları ve bu sonuçların ortaya çıkaracağı yeni ilişkiler serüveni ne olursa olsun, Türkiye kararlılığından taviz vermeyecektir.
Biz devletimizin yanındayız, alınmış ve alınacak her kararın arkasındayız.
Diyor ya Akif;
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum!
Batı dünyası, kendi içinde demokratik dayanışmanın güçleneceği bir aşamaya geçerken, Türkiye’nin bu dayanışmanın içinde mi yoksa dışında mı kalacağı geleceğin dünyasını şekillendirecektir.
Çaresiz değiliz. Çare milletin hamiyet ve dirayetidir.
Yurtsuz değiliz. Üzerinde yaşadığımız şehit yadigârı topraklar ebedi yurdumuzdur.
Hamd olsun sahipsiz değiliz, sahibimiz Allah’tır.
Ve Allah’tan başka galip yoktur.
Milli birlik ve beraberlikle hakkı tutup kaldıracağız.
Ayrık otlarını temizleye temizleye, aramıza saçılan nifak tohumlarını çürüte çürüte Türkiye’yi istikbale heyecanla taşıyacağız.
En büyük gücümüz inancımızdır.
İnandığımız sürece Allah’ın izniyle zafer bizimdir.
Muhterem Arkadaşlarım,
Türkiye’mizin siyasi mazisi, kurulduğu ilk günden bu yana, Cumhuriyet üzerinde isyan ve ayaklanma girişimlerinin; çok partili hayata geçtiğimiz günden itibaren ise demokrasimize yönelik dayatma, telkin ve zorlamaların görüldüğü sancılı süreçlerin tarihidir.
Tanzimat’la birlikte iki asra yaklaşan süreç, kutuplaşmalar, gerginlikler ve çatışmaların siyaset alanındaki yansımalarına sahne olmuştur.
Demokrasi dışı arayışların kaynağını, ülkenin kötüye gittiğine, sistemin rayından çıktığına dair entelektüel kaygılar oluşturmuş, yıllardır birbirini besleyen ve birbirine güç aktaran bir döngü ile “önce ekonomik kriz, sonra toplumsal bunalım ve ardından yönetim istikrarsızlığı” talihsiz bir çark olarak milletimizin ve demokrasimizin üstünde dönüp durmuştur.
Siyasetçiden umudu kesenlerin, inandıkları değerler üzerinde tehlikeler vehmedenlerin veya bir türlü milletle kucaklaşamayıp yönetimden uzak kalanların yıllardan beri en büyük arzusu demokrasiyi “bypass” ederek iktidara kısa yoldan ve sandık dışından gelebilmek üzerine bina edilmiştir.
CHP’nin sarsak pozisyonu aynısıyla budur.
Demokrasimiz üzerinde dolaşan kara bulutları ortaya çıkartmak, elbette ki çözümü siyaset içinde gören ve görmesi gerekenlerin en önde gelen görevi ve demokrasi borcu olmalıdır.
Ama zillet ittifakı bu borca sadık değildir.
Demokrasiye müdahale şartlarını hazırlayan zeminin, fikirsiz ve teslimiyetçi siyasi partilerin cephelere ayırıcı kısır siyasi çekişmelerden beslendiği tarihi bir vakıadır.
Çatışma ortamını kollayan, hatta körükleyen odakların ortaya çıkmaya başladığı bugünlerde; demokrasi dışı arzuların terörden, sokak hareketlerinden, çeteleşmeden ve toplumsal huzursuzluktan aldığı destekle ivme kazandığı da bir gerçektir.
Milletimizin kesin tercihini yapmış olduğu demokrasi yolunda, önüne çıkacak engellerin temizlenmesi, milli iradeyi sekteye uğratacak emarelerin takip edilmesi ve mani olunması herkesin vatan görevidir.
Milliyetçi Hareket Partisi, hukukun üstünlüğüne inanan, demokrasi ve insan hakları gibi vazgeçilmez ilkeleri savunan bir siyaset çizgisinin temsilcisidir.
Adalet, günlük hesaplarımızdan bağımsız, insanlığın binlerce yıllık mücadelesi sonucunda ulaştığı, geçmiş tecrübelerimizden süzüp olgunlaştırdığımız değerler sistemidir.
Yaşadığımız coğrafyada, millet olarak var olmamızın en temel gereklerinden birisi de adalete olan güven duygusudur.
Bize göre adalet gerçek anlamıyla mülkün temelidir.
Bizim anlayışımıza göre cumhuriyet ve demokrasi, birbirlerini tamamlayan değerler manzumesidir.
Türkiye, Cumhuriyeti ve demokrasiyi birlikte yaşatmaya mecburdur.
Partimiz, adaletin ve meşruiyetin herkese lazım olduğuna yürekten inanmaktadır.
Milliyetçi Hareket Partisi yıllardan beri bunu savunmuş, bunun arkasında durmuş, yıllar öncesinde yaşadığı adli mağduriyetleri not ederek yeni bir sürecin başlatılmasını ileri sürmüştür.
Siyaset yapma ve hükümet etme anlayışlarının pozitif yönde değiştiği yeni bir dönem Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle başlamıştır.
Şimdi herkes buna saygı duymakla birlikte, bu yeni döneme samimi katkılarda bulunmaya hazır olmalıdır.
Aksi halde gerilim ve çatışmaların sürmesi ve intikam çığlıklarının devamı halinde, demokratik rejimin ve hukuk devletinin geleceğinin kararacağını söylemek, bugünün bile mumla aranacağını öngörmek kehanet olmayacaktır.
Türkiye’de siyasal istikrar hakimdir.
Hükümet görevinin başındadır.
TBMM açık ve çalışmaktadır.
KOVİD-19’la mücadele başarıyla yönetilmiştir.
Ekonomik nitelikli sızlanma ve şikâyetler konjoktüreldir ve geçecektir.
Su akacak yatağını muhakkak bulacaktır.
Ne var ki, zillet ittifakı havlu atmış, ava giderken avlanmış, politik iflasa gömülmüş, söylem kısırlığı içinde erken seçimden başka hiçbir şey söyleyemeyecek duruma gerilemiştir.
Erken seçim kararı alınmasının hukuken iki yolu vardır:
İlki, TBMM’nin karar alması, diğeri de Sayın Cumhurbaşkanı’nın iradesidir.
TBMM’de yeterli sayısal çoğunluğu olmayan CHP-İP-HDP ve diğerlerinin erken seçim kararını çıkarması mümkün değildir.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın da defalarca erken seçim yok dediği belgelidir ve bilinmektedir.
O halde, bu erken seçim nasıl olacaktır?
CHP, nerelere mesaj vermekte, kimlerin dikkatini çekmeye uğraşmaktadır?
Biz erken seçim yok dedikçe, olacak diyenlerin gizli amacı nedir?
Bu zorlamanın, bu dayatmanın, bu ısrarın gerçek manası nasıl yorumlanmalıdır?
Duvara konuşsak, duvar anlar, tamam derdi.
Suya yazsak adresine gider, göle yoğurt çalsak çoktan tutardı.
Ancak CHP ve yedekleri bir türlü anlamıyor, devamlı mızmızlanarak, devamlı mırıldanarak vakit kaybediyor.
Zillete düşenlere nasıl anlatalım, nasıl erken seçimin olmayacağını söyleyelim.
Düşünüyorum da, şahsa mahsus mektup yazsak, el ilanları hazırlayıp dağıtsak, billboardları kullansak, acaba sonuç alabilir miyiz?
Ne söylesek nafile, kör kuyularda merdivensiz kalan Kılıçdaroğlu’nun bir kulağından giren öbüründen çıkıp gidiyor.
Ya dinlemiyor, ya da kafası almıyor.
Şunun da bilincindeyiz; her lafı duymayalım diye kulağın arkası var, her şeyi görmeyelim diye gözün kapağı var, her lafı söylemeyelim diye dilin önünde dudak var.
Yunus der ki, küçük insanlar dengini, büyük insanlar kendini arar.
Kılıçdaroğlu’na tavsiyem, kendini aramak için tekraren yollara düşmesi, şansı yaver giderse de bir an önce bulmasıdır.
Bu şahıs hemen seçim diyor.
PKK da seçim istiyor.
FETÖ, yarın seçim olsun diye bekliyor.
PYD/YPG’de koroya katılmış, Kılıçdaroğlu’nun erken seçim talebini destekliyor.
Türkiye düşmanları erken seçim safında birleşmiş, şakşakçılık yapıyor, zillete refakat ediyor.
İP, HDP, DEVA Partisi, Gelecek Partisi, Saadet Partisi, Demokratik Bölgeler Partisi, TKP, TİP erken seçim hayali görüyor.
Bu arada Kılıçdaroğlu, Türkiye’de can ve mal güvenliğinin kalmadığını vicdanı sızlamadan söyleyebiliyor.
Ülkemizi haksız ve hayasızca jurnalliyor.
Demokrasi dışı arayışlara can suyu verip yeşil ışık yakıyor.
CHP-İP-HDP ve diğer ortakları krize oynuyor, hatta sokakları karıştırmak istiyor.
Muhalefet, terörü besleyen en önemli faktörün demokrasi eksikliği ve sözde kimlik baskısı olduğunu düşünüyor, bu itibarla sürekli bu konuyu kaşıyarak, kapanmaya yüz tutmuş yaraları yeniden kanatıyor.
Siyasi hayatımızda "serseri mayın" gibi sürüklenen ve bu hüviyetiyle temel bir güvenlik riski ve gerginlik odağı haline gelen CHP için çatışmacı siyaset anlayışı, siyasi varlığını sürdürmenin yegane vasıtası olarak görülüyor.
Kaostan iktidar devşirmenin peşine düşüyorlar.
Ne utanmaları kalmış, ne de millet sevgileri.
Bir bilgeye sormuşlar; insan nasıl sabreder? Bilge cevap vermiş:
Unutursun sabredersin, bu en güzelidir.
Kabul edersin sabredersin, bu en doğrusudur.
Vazgeçersin sabredersin, bu en zorudur.
Bir de Allah’a havale edersin sabredersin, bu en yücesidir.
Bunları hem Allah’a hem de milletimizin vicdanına havale ediyoruz.
Demokratik hesaplaşmanın olacağı günü de sabırla bekliyoruz.
Cumhur İttifakı alayının boyunun ölçüsünü sandıkta alacak, zamanında yapılacak seçimin kaç bucak olduğunu gösterecektir.
Erken seçim talebi beyhude bir hevestir.
Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimleri 2023 yılının Haziran ayında yapılacaktır.
Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, yani Türk Tipi Başkanlık Modeli’yle geleceği yüksek bir irade ve inanmışlıkla kucaklayacaktır.
Cumhur İttifakı, her derdin devası, her belanın defedeni, her sorunun çözüm ümididir.
Parlamenter sisteme dönüş ezberleri fostur, fuzuli gündem işgalidir.
Çünkü İP’in ve CHP’nin iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistem telaffuzlarının içi tamamen boştur.
Bilhassa İP’in kağıt parçasından ibaret değerlendirmeleri hazırlıksız bir telaşın ve acemiliğin neticesidir.
İP’in önerisine göre, Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri ile ilgili bölümde “Cumhurbaşkanı makamının sadece temsili nitelikte olmayacağı” söylenmektedir.
Bir yandan Cumhurbaşkanının parlamenter sistem gereği “tarafsız ve yetkisiz” olması savunulmakta, diğer yandan “temsili nitelikte olmayacağı” söylenerek tam bir çelişkiye düşülmektedir.
Halbuki parlamenter sistemlerde Cumhurbaşkanları “yetkisiz, sorumsuz ve tarafsız”dır.
Cumhurbaşkanının halk tarafından mı yoksa TBMM tarafından mı seçilmesi gerektiği konusu ise belirsiz havale edilmiştir.
Dedim ya, bunlar acemidir, kılavuzları da mahsurludur.
İP’in çalışmasında parlamenter sisteme dönüldüğünde Cumhurbaşkanının kararname yetkisinin olmayacağı söylenmektedir.
Fakat parlamenter sistemlerde yetkisiz kabul edilen Cumhurbaşkanın kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi zaten yoktur.
İP’in önerisinde Cumhurbaşkanına TBMM Başkanının vekâlet edeceği söylenmektedir. Peki bunun neresi yenidir?
Türk Tipi Başkanlık Sistemi’ni teyit edip kurumsallaştıracak Anayasa teklifimiz Cumhuriyet’in 100’üncü yıl dönümünü esas alarak 100 maddeyle hazırlanmıştır.
İnanıyorum ki Cumhur İttifakı’nın ortak anayasa çalışması Türkiye’nin ve Türk milletinin irade ve iftihar hazinesi olacak, tarihi nitelikli bir beklenti karşılanacaktır.
Bu duygu ve düşüncelerle sözlerime son verirken hepinizi saygıyla selamlıyor, Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.
Hibya Haber Ajansı